24 Şubat 2016 Çarşamba

Sevgili Ego'm!




Sadece gözlemle dedi ses. İçimde deli dalgalar gibi köpüren bir öfke var. Kökü içeride mi, yoksa dışarıdan mı geliyor bilmiyorum. Deli dalgalar, köpüklerini saça saça yükseliyor. Nefes almakta zorlanıyor beden. Sıkışmış, kapana kısılmış gibi hissediyorum. Elimi kolumu kaldıracak derman, almış başını gitmiş. Etrafa kırmızı gözlerle bakıp küfredesim var. Bir yanım da dizginliyor beni. Sakin ol diyor. Nefes al diyor. Her tarafımdan düşünceler geçiyor. Geçmişte yaşadığım tüm anılar mandalla etrafıma asılmış da, rüzgâr çıktıkça gözüme gözüme çarpıyor, birden kayboluyor, yenisi geliyor. Anılar bunlar. Deneyimlenen anılar. O anlarda yapılan yorumlar. Negatif, enerji düşürücü, tamamen ego bazlı. Çamaşır ipini tutan da egom zaten. Baaaak diyor, neler var burada neler… Burnuma kadar sokuyor ki günümü görmeyeyim, takılıp kalayım. Bir de kendini suçlama potansiyeli var ya, ona çalışıyor…

Sevgili Ego’m…

Bu sana açık mektubumdur. Seni anlıyorum, gerçekten. Neden bu kadar çıldırdığını, sağdan soldan hikâyeleri neden ortaya çıkardığını anlıyorum. İlk başta senden özür dilemek istiyorum. Bu özrü sonuna kadar hak ediyorsun. Bugüne kadar sana kötü davrandım. Seninle ilgili kötü konuştum, kötü şeyler anlattım. Ve en kötüsü de seni yok etmeye çalıştım. Varlığını onurlandırdığımı sanırken, seni küçümseyip yok etmeye çalıştığımı kabul ediyorum.  Beni affet. Bu yola beraber çıktığımızı, benimle dünyada benim rahatım ve sağlığım için çalıştığını unuttum. Ben seni yok sayarken, sen beni var etmeye çalışıyordun oysa… Dünyadaki varlığımı önemsemezken, sen elinden geldiğince dünyada varlığımı sürdürmem için uğraştın. Sana teşekkür ediyorum tüm kalbimle… Teşekkür ediyor ve hak ettiğin saygıyı sana göstereceğime söz veriyorum.
İstiyorum ki bundan sonra uyumlu çalışalım. Ben seni yok saydıkça ortaya çıkarttığın ajitasyon, öfke, kırgınlık ve kızgınlığın sevgi ve şefkate dönüşerek gitmesine izin verelim. Geçmiş geçmişte kaldı. Yaşanılan her şey, tüm sonuçlar ve tüm yorumlar. Biz seninle yeni dünyada, yeni zamanda dengede çalışalım. Zihnin gücü, maddenin dinamikleri ve ruhun bilgeliğiyle yeni bir sayfa açalım. Dünya sahnesindeki arkadaşımsın. Ama artık biliyorsun ki ruhumun gözleriyle bakıyorum ve bunu seçiyorum. Seni yok saymadan. İş birliği teklif ediyorum. Dünya keyifli ve güzel bir oyun olanı… Ve ben bedenli olarak buradayım… Ruhumla…

Bir şeyler söylemek istersen söyle lütfen…

-Bu kadar kızgın olduğun ego… Ruhunu hatırlayıp, dünyayla uyumlu olamaman… Üretilen korkular, endişeler bitti… Her şey geçmişte kaldı. Sen dünyadasın, ayaklarının üzerindesin. Bana kaçma J 


"Geçmiş bir tozdur, üfle gitsin!-Tanrılar Okulu" 

Sibel Cebeci-2013


23 Şubat 2016 Salı

KENDİN İÇİN SUSMA!

Kendi gerçekliğimizi yarattığımıza inanmamıza ramak kalmış. En azından dilimiz öyle söylüyor da, eylemlerimiz ne diyor?
Çekim yasasıyla istediklerimizi yaratmak, hikayenin asıl kısmını boş bırakıyor. Sonra da “ neden bunlar başıma-başımıza geliyor” deniliyor. Oysa karanlığımızla yüzleşmeliyiz. Aydınlıktan ibaret değiliz dünyada. Karanlığımızı fark edip dönüştürmek için buradayız. Lay lay lay ışık, sevgi diyerek ne çok şey bastırılıyor. Muhabbet kuşları gibi sürmüyor ama yaşam. Bak dışarıya; kavga, kıyamet… Duygu adına duygusuzlaşıyoruz. Karanlığımızı görelim, yüzleşelim, dönüştürelim. Yüzyıllardır saklandığımız karanlık bir nimet aslında, yarım bırakıp yemediğimiz ekmek gibi peşimizde koşturan…
İşte tam da bu yüzden dönüp bakalım. Kaçtığımız nedir, nedir bu kadar korktuğumuz, korkmaktan dahi korktuğumuz ve yok saydığımız?
Günlük eylemlerimiz aslında karanlıklarımızı gösteriyor gayet net! Ama her köşe başında satılan  süslü cümle kılıflarıyla, örtüyoruz üstünü… “Bak yeni aldım bu cümleyi, nasıl?” diyerek, içselleşememiş yığınla cümleyle sarıp sarmalıyoruz kendimizi. Bilgeliğe dönüşemeden güdük kalmış cümlelerle selamlıyoruz birbirimizi… Hiç yoktan iyi ama değil mi? Eskiden bu da yoktu… Ne kadar farkındayız peki kurduğumuz her cümlenin gerçekliğimizi yarattığının? Altını dolduramadığımız cümleler tokat gibi bir deneyim olarak karşımıza çıkarken, ne Bukovski yanımızda, ne Niçe, ne Mevlana, ne de Buda… Ama güzel cümleler vesselam…
Kriz zamanlarında gerçek kimliklerimiz ortaya çıkıyor. O an’a vereceğimiz tepki, vermemiz gerektiğine inandığımız ya da özlü cümlelerle açıkladığımız tepkiyle ne kadar örtüşüyor?
Asalım, keseli, öldürelim, penisini kopartalım, “hapisteki ağabeylerimiz cezalarını verir onların” cümleleri ruhunuzu ne kadar karşılıyor? Hapisteki ağabeyler mi? Ne kafa karıştırıcı, ne korku yaratıcı, ama ne şirinlikle söylenmiş bir cümle… Öfke o kadar kör ediyor ki gözleri…
Karşı olduğunuz şiddetin aslında ta kendisi olduğunuzu görüyor musunuz? Herkes gerekçelere sığınırken, başka bir pencereden bakma ihtiyacı dahi hissetmiyor. Çünkü haklılar! Her kim olursa olsun, hangi düşünce-dil-din-ırk-cinsiyet hiç fark etmiyor. Kendi haklılığının esiri olmak, hepimizi bağlıyor… Günlük hayatlarımıza bakalım… Gerçekten savunduğumuz gibi adaletli miyiz?  Savunduğumuz gibi dürüst müyüz? Eşit miyiz?
Kendi karanlığımızla yüzleşirken ve dönüştürürken fark ediyoruz bu ülkeyi, bu dünyayı bizim bu hale getirdiğimizi… Öldürülen, tecavüze uğrayan insanlara tepki vermeyerek, açlık sınırında yaşamaya susarak, birileri bizimle alenen dalga geçerken tv ekranlarında, boş vererek…
Kendimizi bil’mediğimiz için geliyor tüm bunlar başımıza… Varlığımızı dahi fark etmediğimiz ve onurlandırmadığımız için… Yüzyıllık Yalnızlık’ ta olduğu gibi birden kaybolmayı mı bekliyoruz, hiç olmamışız gibi?
Şimdi zorla da olsa dönüştürülüyoruz. İyice gözümüzü çıkarmaya başlayan adaletsizlik karşısında susmak zor geliyor. Daha her şeyin başındayken, ilk fark ettiğimiz anda yapmadığımız her şey, tepki vermediğimiz her olay çığ olup üzerimize düşmek üzere… Bize dokunmayan yılanlar binlerle yaşıyor ve artık hepimize yetecek kadar çoklar…

Hadi, hareket zamanı!