17 Temmuz 2016 Pazar

15 Temmuz



                                                                   

2 gün önce çok tuhaf şeyler oldu.
Yazmalıyım dedim, çünkü tarihi yazdığımızı fark ettim. 
Bugünlerde çok şey oluyor ve kim ne yazdıysa, tarih diye o kalıyor. Herkese göre şekillenen bir tarih...

Küçük bir iletiyle, Türkiye'de darbe olduğunu öğrendim. Kıbrıs'tayım ve ülkemde darbe olmuş. Arkadaşımı aradım. Çok korkuyoruz, dedi. Bomba sesleri, çatışmalar vs. Ne duyuyorlarsa o. Hem kulaklarıyla hem de sosyal medyadan yazılanlarla.

Ananemi aradım. Kızım darbe oldu ülkede dedi. Nasıl ki herkes kendi zihinlerinde yarattıkları görüntülerle, korkularla hareket ediyor, ben de aynısını yaptım. Konuşurken ağladım. Ağladığımı belli etmemeye çalıştım. Seni seviyorum, dedim. Bir daha nasıl görüşebileceğimizi düşündüm. Korktum, ağladım.

Dayımı aradım. Durum fena dedi. Askerler dışarıda ve evinize gidin dediler,dedi. Sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş. Havaalanları kapatılmış. Dışarısı karışık. Kötü, dedi dayım. Sakinlik ve sabır diledim. Geçecek dedim.
Cumhurbaşkanı halkı sokağa davet etti. Şaşırdım. Bir darbe oluyor ve cumhurbaşkanı halkı sokağa davet ediyor. Çıkmaz kimse dedim. Herkes korkar darbeden ve askerden. Biz darbelerle büyüdük. Darbe hikayeleri ile, korkuyla yetiştik. Sonra baktım, insanlar dışarıda. Ellerinde bayrak olanlar, ayağında şalvar, yüzlerinde sakal olanlar. İnsan yığınları öfkeyle havaalanına yürüyor. Öfke büyük. Askerlere bakıyorum, şaşkın. Nasıl bir darbe bu cümlesi zihnimde susmuyor. Zihin geçmişten referans alarak yorumlar ya bugünü, o da anlamıyor. İnsanlar yani halk, tankların üstünde zafer çığlığı atıyor. Asker şaşkın, cumhurbaşkanı ve hükümet tv'lerde açıklama yapıyor. Meclis bombalandı. Jet uçakları, silah sesleri, arkadaşımın korkusu, dayımın yapacak bir şey yok cümlesi, ananemin şaşkınlığı ve ben zihnimin korkularıyla bugünü yorumlarken, pes ettim.

Evet sevgili gelecekteki Sibel ve bunu okuyabilen diğerleri... Pes etmenin hafifliğiyle yazıyorum. Korkudan ya da öfkeden değil, sakinlikten. Zira ne aklım ne kalbim yorumlayamıyor bunu. Daha da geri çekilerek ve öfkeyle, korkuyla özdeşleşmeyi bırakarak pes ettim. Düşünmekten, her kafadan çıkan sesi anlamaya çalışmaktan, tiyatro muydu gerçek miydi ne menem bir şeydi bu darbe girişimi demekten pes ettim.

Kalbimi pusula edinip, ruhumla görüyorum. Ki tarihi ölenler ve kalanlar, kazananlar ve kaybedenler tarihi olarak okumaktan usandım. Bundan ötürü de bu şekilde yazmayacağım.

Aslında ne oldu?

- Çook uzun yıllardır darbeden korkan ve darbeden medet umanlar için, yeni bir hikaye yazıldı.
- Şeriatten ve dincilerden korkan ve bundan medet umanlar için, yeni bir hikaye yazıldı.
- Herkesin zihninde yarattığı korku ve kaygıların açığa çıkması için müthiş bir vesile doğdu. Böylelikle hepimiz neyden korkuyorsak onu yaşadığımıza inandığımız bir filmin içine düştük.
- Ben bir iç savaş ve ailemi kaybetmekten, onlara ulaşamamaktan ve bulunduğum yerde mahsur kalmaktan korkuyordum.
- Herkes ya da birçoğu, içlerinde olan her şeyi sosyal medya aracılığıyla ortaya saçtı.
- Beni en çok üzen akp ya da şeriatcılar ya da onların yapıp söyledikleri değil, geniş bir yelpazede yer alan diğerleri oldu. Aslında karşı durdukları şeyleri nasıl da mağdur psikolojisiyle ve mağduriyete yapışarak, istediklerini fark ettim.
- Hoş geldin yeni Türkiye diyen, en düzel çarşaf modelleri için web adresi veren, şeriatın geldiğini ve bu halka müstehaklığını dile getirenleri duydum.
- 20 yaşında gençlerin ki askerdiler, nasıl linç edildiklerini, koyun gibi sıraya dizildiklerini, kan içinde kaldıklarını, öldürüldüklerini, gözlerindeki korku ve şaşkınlığı, onları kemerle döven öfkeli yığınları gördüm. Hafızamdan silineceğini sanmam.
-  Tüm bunlara sevinenleri, üzülenleri, susanları, bağıranları gördüm.
- Bu bir ruhsal tekamül süreci ve herkes kimse o olarak yaşıyor. Dünyevi anlamda şeriata, gericiliğe, savaşa karşı insanların aslında bu süreci nasıl beslediklerini gördüm.
- Kendi halkından nefret eden, tiksinerek konuşan, ötekileştiren, nefret eden barışseverler gördüm.

Ve sevgili tarih, anladım... Tam da şimdi yapacak çok işimizin olduğunu, bu akıl ve kalp tutulmasında sükunetimizi koruyarak ve sakinlikle, dengede hareket etmemiz gerektiğini anladım. Hatta bu idrakti işte. Herkes payına düşeni yaşar. Benim payıma idrak ve eylem düştü. Zamanı geldi.

Herkes kendi tekamülünde ilerliyor. Herhangi birini kınamak, yargılamak bize düşmez. Kolay değil belki ama, tam da olması gereken bu sakinlik ve denge.

Şimdi ne yapacağız? Değişim ve dönüşüm zamanında , herkes zorlanıyor. Yardım edebilmek için kendine yardım etmelisin önce.

İnsanların ihtiyacı sakinlik ve anlayış. Önce kendine göstermelisin.
Titreşimin yükseldiği bu zamanda, kendini yükseltebilmen için dengeye ihtiyacın var.
Artık sosyal medya paylaşımları, insanların fütursuz yorumları, özdeşleşmelerden uzak durulmalı.
Yayınlanan hiç bir haberin gerçekliği kesin değil. Neye inanacaksın? İçinde ne varsa(hanigi korku,kaygı)onu büyüten haberler gerçek geliyor. Dünya sistemindeki kaotik durum ve büyük oyunlardan ne kadar haberdarız? İnanacağımız kim?

İşte bu dönemin ruhsal bilgilerinden biri de bu. Bir şeye, birine, kuruma, örgüte, partiye inanmaya çalışıyor herkes. Onlar diyorsa doğrudur, onlara ve her şeylerine inanayım diyor herkes. Şeriatçılar ve laikler... Peki gerçek hangisi? 

Bu zaman bize diyor ki, kendi kalbinin duydukları, kendi akıl süzgecinden geçirdiklerin, kendi tekamül yolculuğundaki derslerin farkında ol. Çünkü kimseyle kavga ederek ya da dediklerine koşulsuz inanarak büyüyemezsin. 
Şu an evrensel sistemin gerçekleri sana diyor ki, KENDİN OL, KENDİNİ BİL!

Yıllardır kendi üzerimde çalıştığım, mümkün olduğunca insanlara anlattığım konu tam da bu... Bu bir süreç ve sen elbette ki soyutlanamazsın hiçbir şeyden. Ama vereceğin tepkiler senin kim olduğunla ilgilidir. Bunca yılın çalışmaları, spritüel öğretileri ne içindi? Şimdi uygulamazsan hangi zaman uygulayacağını sanıyorsun? Bir titreşim denizindeki titreşimleriz. Ve bloke olmuş her şeyi çözümlerken nasıl soyutlanabiliriz? Ama bunu öfkeyle, kinle, bizden olmayana nefret ederek yapamayız.

Hep aynı örnek geliyor aklıma. Kanser. Hiç kimseyi ya da hiç bir grubu yok saymadan ya da nefret etmeden söylüyorum bunu, samimiyetle. Miden kanser olduğunda midenden nefret etmek işi çözmez. Bilakis onu daha çok severek, daha çok ilgilenerek, şefkat göstererek iyileştirebilirsin.
Ama nasıl kanser hastalığına yakalanan insanlar, kanser olduğunu yani tümüyle her şeyiyle kanser olduğunu düşünüyorsa, toplum da, dünya da aynı şeyi yapıyor. Kanseri oluşturan nedenler, onun yayılması ve nasıl düzeleceğini umursamıyorlar.
Her birimizde kanser hücreleri vardır. Onu çoğaltmak ve yaygınlaştırmak bizim hayat alışkanlıklarımız, beslenmemiz, sporumuz, kendimize bakış açımızla ilgilidir. Düzeltmek de bakış açımızı değiştirmekle ilgilidir.

Ne kadar isteseniz de, benim gibi düşünmeyenlere kanser demeyeceğim. Onun da benim bir parçam olduğunu ama inatla dinlemek yerine yok saydığımı kabul edeceğim. Ondan korktuğum için nefret ettiğimi, onu dinlemek istemediğimi, yok saydığımı kabul edeceğim...

Şimdi aklıselim insanlara ihtiyacımız var. Bütünsel bakabilen ya da bakmaya niyetlenen, elinden gelenin en iyisini yapmaya hazır olan insanlara ihtiyacımız var.

Okumak, bilmek, araştırmak, sistemi tanımak(evrensel ya da dünyasal), külahı çıkarıp önümüze koymak gerekiyor. Artık çok geç değil. Hiç birşey için. Sade kendimizi gözlemlemek ve anlamaya çalışmak gerekiyor. Grip olduğumuzda bile gribe lanet eden insanlar mıyız? Dürüst olalım...

Herkes kendi sürecini yaşarken elbette ki tek bir reçete yok herkesi aynı anda toparlayacak. Sadece zamanı gelen görüyor. Zamanı gelen kalbinde bir kıpırdanma olduğunu hissediyor.

Yine de bu dönemde sunabileceğim tek bir şey var. Kendini bilmek... Herkes kendine göre bir yol bulacak, kendine göre araçlarla hareket edecek. Kendi gerçekliğinin farkına varmak, kendine o zorlayıcı soruları sormak gerekiyor.

Ben kimim?
Kendimi nasıl ifade ediyorum?
Kendime ve bu dünyaya ne katıyorum?
Kendime ve diğerlerine ne kadar sevgi ve şefkat doluyum?
Kendi içimde ve diğerlerine karşı ayrıştırıcı mıyım, toparlayıcı mı?
Beni öfkelendiren ve kızdıran şey ne? Bunun sebebi ne ve nasıl çözebilirim?
Kendimi daha çok sevmek için ne yapabilirim?
Kendimde kızdığım, nefret ettiğim şeyleri nasıl dönüştürebilirim?

Ölmek üzere olan kanser hastalarının mucizevi bir şekilde iyileşme hikayelerini duymuş ya da okumuşsunuzdur. Hepsi ortak bir şekilde bunu nasıl yaptıklarını açıklarlar. Sevmek, kendini olduğu gibi her şeyiyle bir bütün olarak sevmek... Peki bizler kibirimizden vazgeçip, kendimizi  ve her şeyi bütünün gözünden görerek sevecek miyiz?

Eğer gerçekten bir iyileşme istiyorsak ve bunda samimi isek, önce hasta olduğumuzu kabul edeceğiz ve içimizdeki bu yaralayıcı, aşındırıcı, zorlayıcı taraflarımızı göreceğiz. Kabul etmeden kendi payımıza düşeni, nasıl ilerleyebiliriz?

Dışarıyı unutun. Kaosu beslemeyin. Kendinize bakın. Ne yapıyorsunuz? Söylediklerinizle, yaptıklarınızla neye hizmet ediyorsunuz? Kendi içinizdeki dengeyle ancak dışarısını sakinleştirebilirsiniz.

Okuyun, araştırın, sevin.

Bildiğimiz dünya tarihi her zaman savaşların tarihi olmuştur. Ve her zaman birileri çıkıp  "sevin kendinizi" demiştir. Ve birileri de her zaman yanlış anlamış, öfkeyle ötekinden nefret etmiştir. Bu yaşamımda, okuduklarım ve gördüklerim ve de dinlediklerim bana hep benzer hikayenin farklı şekillerde, mekanlarda ve farklı insanlarla ama hep benzer bir öfkeyle, nefretle ve korkuyla yaşandığını anlatmıştır.

Demek ki bizim kanserimiz öfke, nefret, kızgınlık. Demek ki bu hepimizde var. Herkes kendine göre düşünceler geliştirip, aslında benzer duygularla hareket ediyor. Yani aslında aynı hastalığa tutulmuşuz. Herkes kendini en doğru ve en gerçek sayacak şekilde bakıyor dünyaya. Ve kendine benzemeyen her şey çok kötü. Yani aslında hepimiz aynı cehalet hastalığına tutulmuş varlıklarız.

En azından bunu fark edenler dönüştürsün. İçimizdeki öfkeyi,nefreti, kızgınlığı dönüştürelim. Aslında o çok istediğimiz sevgi, şefkat ve barış kendi içimizde bütünleşmeli. Bazı şeylerin dilimizde olduğunu kabul ederek, sevginin, şefkatin ve barışın ta kendisi olmalıyız. Bir kanser hücresiyle, onunla aynı özelliklere sahip olarak savaşamayız. Olmasını istediğimiz şeyler için nefreti körükleyerek sonuç elde edemeyiz.

Sevgi, şefkat ve barış içimizde bütünlenmeli. O duyguya sahip olmamalıyız. O hallerin ta kendisi olmalıyız.

Herkes kendi yolunu bulacak. Kendi araçlarıyla gidecek. Biz kendi araçlarımıza sahip çıkmalı ve istediğimiz şeyin ta kendisi olmalıyız.

Öfke ve nefret bizi ve gezegenimizi yok etmeden, iyileşerek iyileştirebiliriz.

Buna inanın...

2 gün önce çok tuhaf şeyler oldu.
Yazmalıyım dedim, çünkü tarihi yazdığımızı fark ettim.


Sibel Cebeci

8 Temmuz 2016 Cuma

Son birkaç gündür film paylaştım... Şimdi de ruha dokunan bir müzik dinleyelim beraber.




Bedenim beni hapseden bir kafes
Tutkunu olduğum danstan alıkoyan
Ama aklım anahtarı tutuyor.

Bedenim beni hapseden bir kafes
Tutkunu olduğum danstan alıkoyan
Ama aklım anahtarı tutuyor.

Sahne korkusu ve kendime güvensizlikle
Dikeliyorum.
Boşa bir oyun..
Ama her şekilde alkışlayacaklar!

Bedenim beni hapseden bir kafes
Tutkunu olduğum danstan alıkoyan
Ama aklım anahtarı tutuyor.

Tam karşımda dikiliyorsun
Aklım anahtara sahip.

Karanlık çağı aydınlatan
Bir devirde yaşıyorum
Yine de ölü benim dilim
Şekiller hala kafamı dolduruyorken..

Adını bilmediğim
Bir devirde yaşıyorum
Yine de korku devam etmemi sağlıyor
Kalbim hala yavaşca atarken...

...........
.........
.......

Ruhumu özgür bırak
Ruhumu özgür bırak
Ruhumu özgür bırak!
(Tercüme:http://mozaikonik.blogspot.com.cy/2011/09/peter-gabriel-my-body-is-cage.html)

Away We Go



İşte yine bir yolculuk hikayesi :) Yeni hayatları için yaşayacakları yer arayan bu tatlı çift, aslında istediklerinin "ne" olduğunu da keşfediyorlar.

Çok keyif aldım ben filmden. Sakin filmlerdendi. Onları seyrederken, kendime de sorular soruyordum. "Sen olsan ne yapardın, neyi tercih ederdin, neyi yapmaktan hoşlanıyorsun?"

Bazen ayakta kalabilmek için birilerine tutunmak ya da bir referans noktası belirlemek isteyebiliyoruz. Yine de anlayabileceğimiz tek hayat, kendimizinki!

Filmden hiç unutamayacağım bir repliği eklemeden geçemeyeceğim. Zira tam da bugünlere uygun. Hala gülüyorum, hala :)

...
-Dışarı mı çıkalım, içeride mi kalalım.
-İçeride kalalım. Dışarısı fırın gibi. Gerçekten.Tanrı bizi eritip daha iyisini yapmak istiyor sanki.
...

:)))



Into The Woods



Bir "masalsever" yetişkin olarak, pek bir heyecanla seyretmeye başladım bu bol efektli filmi. Girizgahımdan da hissedebildiğiniz gibi, şaşırtıcı bir şekilde hoşlanmadım. Masal karakterlerine farklı bir bakışın olması, her şeyin bir düzen dahilinde iç içe geçmesi, Meryl Streep, Johnny Deep bunlar hep güzeldi de... Neden bu kadar çok şarkı söylüyorlar! :)

Müzikalleri de severim, masalları da. Ama ya çok film seyrettiğimden beynim zorlandı ya da kötüydü işte!

Müzikal kısmı bir kenara bırakırsak, masal kahramanlarına farklı bakış açıları getirmiş olması eğlenceliydi. Prensle ilişkisini sorgulayan bir külkedi, Rapunzel'i seven cadı, Kırmızı Başlıklı Kız'ı kurtaran fırıncı...

Masalların sihirli dünyasında, bir ormanda bir araya gelen masal kahramanları. Hiçbir şey, göründüğü gibi olmayabilir :)

About Time



Ve işte bir "zamanda yolculuklu" film daha seyrettim :) Tamam kabul ediyorum, birçokları gibi çılgınca şeyler yoktu. Ama pek bir naifti. Ve işte ben bundan hoşlandım.

Hepimiz zamanında demişizdir, "zamanı geri alabilseydim, neler yapardım" diye. Ama pek azımız erişmişizdir, her şeyin tam da zamanında olduğu bilgisine.

Tatlı bir aşk hikayesini anın tadını çıkararak izleyebilirsiniz. ;)

7 Temmuz 2016 Perşembe

5 Flights Up


Usta oyuncuların yer aldığı, onları izlemekten keyif aldığınız sade bir film. Birlikte geçirilen 40 yıl, aile olmak, birbirini anlamak... Sakinleştirici bir etkisi oldu üzerimde. Koşturmacalı, fazlasıyla hareketli hayat ve manipülasyoncu insanlara karşı hissettikleriyle karakterlerle aynı fikirde olmak, "acaba yaşlandım mı" sorusunu getirdi aklıma. Ardından da "yok daha neler" dedim. :)

Bir şeyleri sürekli değiştirmeye çalışıyoruz ya hani, bulunduğumuz halden memnun olmama, hep daha iyisini arama vs. Bazen de bize ait olduğunu sandığımız ama aslında pek de öyle olmayan fikirlerle bir çılgınlığın içine düşüyoruz. Neden? Film bu soruyu sormasa da, insanda kendine sorma isteği de uyandırmıyor değil.

Sakin sakin seyretmek ve "evet ya, ben neler yapıyorum acaba?" diye sormak için güzel bir film ;)

Bu arada, filmin başından sonuna arkada planda devam eden Amerikan Paranoyasının akışını çok sevdim. Filmin içerisine çok güzel yerleştirilmiş, sıkmadan ama hayretle devam eden bir hikaye var. Ne olduğunu söylemeyeceğim ;)

6 Temmuz 2016 Çarşamba

Yellowbird


Alışkanlıklarınızdan vazgeçmek, konfor alanınızdan çıkmak ister misiniz?
Kendi gerçekliğinizi kabul etmemek ve reddetmek için, ne gibi bahaneleriniz var?
Olduğunuz kişiye sırt dönmek için, ne gibi varsayımsal sorumluluklara sahipsiniz?

Peki sırf bir gruba ait olmak için, yalan söyler misiniz? Ya da yalan söylediğinizi kabul etmek için cesaretiniz var mı?

Bir çizgi film için ne de ağır sorular değil mi? :) Tabi ki filmde bunları sormuyorlar. Ama öyle tatlı bir dille anlatıyorlar ki kendin olma sorumluluğunu. Ben pek beğendim. "Animasyonsever" bir kişi olarak, muhteşem olmasa da seyredilebilir, çığır açmasa da keyifli bir şekilde yüreklendirebilir buldum.

Bu filmi seyreden bir çocuk hayal ettim. Adım atma cesareti olmayan, kendi olmaktan korkan bir çocuk. Ait olmaya çalışan ama bocalayan bir çocuk. Filmin sonunda, içimdeki çocukla neşeyle şarkı söylüyorlardı :)

The Dressmaker


"Düşlerin Terzisi" adını duyunca, farklı beklentilere girdim tabi bir "düşsever" olarak. İlginç bir filmdi; basit, sade, net... Ünlü roman "Yüzyıllık Yalnızlık" geldi aklıma, hani her şey bir yerde olup bitiyor ya, ondan. Güçlü dilinden değil yani :)

Geçmişle yüzleşmek, hepimizin hikayesinde en önemli mesele. Kaçarak ya da yok sayarak bir yere varılamayacağını öğreniyoruz bir şekilde. Henüz geçmişiyle yüzleşemeyenlere de kendi hayatlarından spoiler vermiş oldum :)

Hayatının bütününü göremeyip, kendi duvarları arasına sıkışıp kalmış insanlar ve kendi geçmişiyle yüzleşirken, diğerlerine de "yol" açan bir insan gördüm bu filmde.

Her ne isen  O'sun. Kabul et ve yola devam...

Tomorrowland


Filmi seyretmeyi bitirdiğimde içimden şu ses yükseldi: "Dünyanın bütün hayalperestleri, birleşin!" :)

Bence oldukça mühim bir konuya dikkat çekilmiş. Dünyanın geleceği bizim elimizde, daha doğrusu zihnimizde. Çok derin irdelenmese de, anlatılmış şu anki halimiz. Savaşlar, yıkım, kaos, umutsuzluk... Ve her şeye rağmen hayal edenler!

Her şey hızla kötüye giderken, dünyanın sonuna yaklaşırken, sahi yapacak hiçbir şeyimiz yok mu?
Karakterlerden bir şöyle diyordu: "Tamam, anladım. Her şey çok kötü. Peki ne yapabiliriz? Çözüm önerileriniz neler?"

Şikayet edip oturmaya alışkın dünya insanı için, her zaman yapılabilecek şeyler olduğunu güzel bir dille anlatmışlar.

Ve elbette ki inandığım şey "bizi hayallerimiz kurtaracak" cümlesi olduğundan, bu film bana yalnız olmadığımı, hayal kurmaya devam etmem gerektiğini hissettirdi. Ve "hayalperestlerin bir arada olması gerektiği" fikri, kalbimi çaldı :)

Geleceğe bir göz atmak, şu anki duruşunuzu keşfetmek ve neler yapabileceğinize bakmak için seyredin derim. Pişman olmazsınız. Olursanız da haber verin, ben sizi ikna ederim :)

The Book Thief


2. Dünya Savaşı ile ilgili çok fazla film seyretmişimdir. Neredeyse hepsini de etkileyici bulmuşumdur. Savaşın deliliği ve insanlar üzerinde açtıkları yaralar ile her ne olursa olsun umutla hayata tutunan insanlar...

Bizler savaş dendiğinde nedense insanları görmüyoruz. Hani görüyoruz da, onların gerçekten bir hayatları, hikayeleri olduğunu farkedemiyoruz.  Bir sayı, bir istatistik olmaktan öteye gidemiyorlar. Ya da bağlı bulundukları din, milliyet, bayrak...

Oysa hep dediğimiz gibi özümüzde insanız ve umudumuz özümüzü hatırlamak...

"Kitap Hırsızı" bir kitapmış ve filme uyarlanmış. daha yeni öğrendim. Kitabı da listeme aldım okumak için. Zira film çok etkileyiciydi ve eminim kitap daha da güzeldir.

Hayata kelimelerle tutunan bir kızın hikayesiydi anlatılan ve manidar bir şekilde ölümün gözünden dile gelen... Çok net ve çok etkileyici cümlelere sahip. Deliliğin bunca insan tarafından kabul görmesine de şaşkınlıkla bakan bir film.

Beni en çok etkileyense, umuttan bir adım öteye geçip, adım atılması oldu. Her ne olursa olsun hareket etmek, bize kendimizi hatırlatıyor.

"Öğrendiğim bir şey varsa, o da hayatın hiç kimseye söz vermediğidir.
O yüzden, başlasam iyi olacak!"

9 Haziran 2016 Perşembe

Çok güzel bir yazı okudum bugün. Ve yazının sonunda da bir şarkı vardı. Ve şarkıdan da çok güzel bir söz...

"Değişmeye çalışan insanlar gördüm ve bunun kolay olmadığını biliyorum! Ama harcadığımız ömürden daha değerli ne var?"

Uzun uzun yazılacak ya da uzun uzun susulacak bir cümle... Susmayı tercih etsem de, yazmadan edemedim...

İlgili yazı zaten güzel, okumak için tıklayın.



14 Mart 2016 Pazartesi

Gidenlerin Ardından...


Gidenlerin ardından...

Nasıl ki bir kelimeyi arka arkaya söyleyince anlamını yitirir, öyle yitiriyoruz anlamını ölümün-yaşamın... Herşey normalleşiyor, lanet okuyan postlar bile. Başka bir şey yapmalı a canım... Söylememeli, yapmalı... 
Gözleri açmalı, uyuşukluktan uyanmalı...Hemen...

... Kendi karanlığımızla yüzleşirken ve dönüştürürken fark ediyoruz bu ülkeyi, bu dünyayı bizim bu hale getirdiğimizi… Öldürülen, tecavüze uğrayan insanlara tepki vermeyerek, açlık sınırında yaşamaya susarak, birileri bizimle alenen dalga geçerken tv ekranlarında, boş vererek…
Kendimizi bil’mediğimiz için geliyor tüm bunlar başımıza… Varlığımızı dahi fark etmediğimiz ve onurlandırmadığımız için… Yüzyıllık Yalnızlık’ ta olduğu gibi birden kaybolmayı mı bekliyoruz, hiç olmamışız gibi?
Şimdi zorla da olsa dönüştürülüyoruz. İyice gözümüzü çıkarmaya başlayan adaletsizlik karşısında susmak zor geliyor. Daha her şeyin başındayken, ilk fark ettiğimiz anda yapmadığımız her şey, tepki vermediğimiz her olay çığ olup üzerimize düşmek üzere… Bize dokunmayan yılanlar binlerle yaşıyor ve artık hepimize yetecek kadar çoklar…

Meşhur bir kurbağa hikayesi vardır. Der ki, bir kurbağayı kaynar su dolu tencereye atarsanız ne olur? Çığlığı basar ve acıyla kaçar. Ama soğuk su dolu tencereye koyar da, suyu yavaş yavaş ısıtırsanız kurbağa kendi vücut ısısını arttırır, suyun ısındığını fark etmez ve patlayarak ölür.
Yani kurbağa diyor ki; KANIKSAMAYIN, ALIŞMAYIN, NORMAL GÖRMEYİN…

Her zaman yapacak bir şey mutlaka vardır. Onu bulacağız şimdi…

13 Mart 2016 Pazar

Oyun-cak


Yeni bir gün doğdu. Zamansız bir gün. Sımsıcak, masmavi. Zamanı olmayan bu gün, kendimi göstereceğim sahne oluyor bana.

"Burası senin oyun alanın. Dök eteğindeki oyuncakları…"

Bazısı kırık, bazısı el değmemiş,yepyeni… Bazıları hediye birilerinden, bazıları birilerinin eskileri… Döküyorum hepsini yemyeşil ovanın ortasındaki ağacın çiçek kokulu gölgesine. Oynuyorum sadece. O an’da olarak… Her an’ın ve güzelliğin tadını çıkararak. Bütünleşiyorum.
Etrafta insanlar var. Bakanlar, geçenler, laf söyleyenler. Hepsini görüyorum.

Kızmıyorum, sevinmiyorum. Sadece oyunumu oynuyorum.
Çağırmıyorum, kovmuyorum. Sadece oyunumu oynuyorum.  

Gelmek isteyenler, yanıma yaklaşıyor. Nasıl oynadığıma bakıyorlar ve yüzümdeki gülümsemeye. Elimdekileri beğenmeyenler var. Kendi oyuncaklarına güvensizlikten yaptıklarını biliyorum. En eski ve kırık oyuncağımla, neşe içinde oynadığımı görenler, ceplerini yokluyor. 

Yavaş yavaş ağacın gölgesine oturanlar var. Bir cesaret oyuncaklarını döküyorlar ortaya.

Şimdi bir sürü oyuncağımız var ve hepimize yetecek kadar çiçek kokulu gölge… 



Küçük Kız




Ahh! dediler. Bir farkına varsan yeteneğinin ve güzelliğinin...
Ahh!dedim. Bir varsam...

Kalbi kırılmış küçük kızın saçlarını örüyorum şimdi. Özür diliyorum canını acıttığım için yanlışlıkla çektiğim saçının teli yüzünden. "Önemli değil" deyip, gülümsüyor. "Fark ettin ya, önemli olan bu..." 

24 Şubat 2016 Çarşamba

Sevgili Ego'm!




Sadece gözlemle dedi ses. İçimde deli dalgalar gibi köpüren bir öfke var. Kökü içeride mi, yoksa dışarıdan mı geliyor bilmiyorum. Deli dalgalar, köpüklerini saça saça yükseliyor. Nefes almakta zorlanıyor beden. Sıkışmış, kapana kısılmış gibi hissediyorum. Elimi kolumu kaldıracak derman, almış başını gitmiş. Etrafa kırmızı gözlerle bakıp küfredesim var. Bir yanım da dizginliyor beni. Sakin ol diyor. Nefes al diyor. Her tarafımdan düşünceler geçiyor. Geçmişte yaşadığım tüm anılar mandalla etrafıma asılmış da, rüzgâr çıktıkça gözüme gözüme çarpıyor, birden kayboluyor, yenisi geliyor. Anılar bunlar. Deneyimlenen anılar. O anlarda yapılan yorumlar. Negatif, enerji düşürücü, tamamen ego bazlı. Çamaşır ipini tutan da egom zaten. Baaaak diyor, neler var burada neler… Burnuma kadar sokuyor ki günümü görmeyeyim, takılıp kalayım. Bir de kendini suçlama potansiyeli var ya, ona çalışıyor…

Sevgili Ego’m…

Bu sana açık mektubumdur. Seni anlıyorum, gerçekten. Neden bu kadar çıldırdığını, sağdan soldan hikâyeleri neden ortaya çıkardığını anlıyorum. İlk başta senden özür dilemek istiyorum. Bu özrü sonuna kadar hak ediyorsun. Bugüne kadar sana kötü davrandım. Seninle ilgili kötü konuştum, kötü şeyler anlattım. Ve en kötüsü de seni yok etmeye çalıştım. Varlığını onurlandırdığımı sanırken, seni küçümseyip yok etmeye çalıştığımı kabul ediyorum.  Beni affet. Bu yola beraber çıktığımızı, benimle dünyada benim rahatım ve sağlığım için çalıştığını unuttum. Ben seni yok sayarken, sen beni var etmeye çalışıyordun oysa… Dünyadaki varlığımı önemsemezken, sen elinden geldiğince dünyada varlığımı sürdürmem için uğraştın. Sana teşekkür ediyorum tüm kalbimle… Teşekkür ediyor ve hak ettiğin saygıyı sana göstereceğime söz veriyorum.
İstiyorum ki bundan sonra uyumlu çalışalım. Ben seni yok saydıkça ortaya çıkarttığın ajitasyon, öfke, kırgınlık ve kızgınlığın sevgi ve şefkate dönüşerek gitmesine izin verelim. Geçmiş geçmişte kaldı. Yaşanılan her şey, tüm sonuçlar ve tüm yorumlar. Biz seninle yeni dünyada, yeni zamanda dengede çalışalım. Zihnin gücü, maddenin dinamikleri ve ruhun bilgeliğiyle yeni bir sayfa açalım. Dünya sahnesindeki arkadaşımsın. Ama artık biliyorsun ki ruhumun gözleriyle bakıyorum ve bunu seçiyorum. Seni yok saymadan. İş birliği teklif ediyorum. Dünya keyifli ve güzel bir oyun olanı… Ve ben bedenli olarak buradayım… Ruhumla…

Bir şeyler söylemek istersen söyle lütfen…

-Bu kadar kızgın olduğun ego… Ruhunu hatırlayıp, dünyayla uyumlu olamaman… Üretilen korkular, endişeler bitti… Her şey geçmişte kaldı. Sen dünyadasın, ayaklarının üzerindesin. Bana kaçma J 


"Geçmiş bir tozdur, üfle gitsin!-Tanrılar Okulu" 

Sibel Cebeci-2013


23 Şubat 2016 Salı

KENDİN İÇİN SUSMA!

Kendi gerçekliğimizi yarattığımıza inanmamıza ramak kalmış. En azından dilimiz öyle söylüyor da, eylemlerimiz ne diyor?
Çekim yasasıyla istediklerimizi yaratmak, hikayenin asıl kısmını boş bırakıyor. Sonra da “ neden bunlar başıma-başımıza geliyor” deniliyor. Oysa karanlığımızla yüzleşmeliyiz. Aydınlıktan ibaret değiliz dünyada. Karanlığımızı fark edip dönüştürmek için buradayız. Lay lay lay ışık, sevgi diyerek ne çok şey bastırılıyor. Muhabbet kuşları gibi sürmüyor ama yaşam. Bak dışarıya; kavga, kıyamet… Duygu adına duygusuzlaşıyoruz. Karanlığımızı görelim, yüzleşelim, dönüştürelim. Yüzyıllardır saklandığımız karanlık bir nimet aslında, yarım bırakıp yemediğimiz ekmek gibi peşimizde koşturan…
İşte tam da bu yüzden dönüp bakalım. Kaçtığımız nedir, nedir bu kadar korktuğumuz, korkmaktan dahi korktuğumuz ve yok saydığımız?
Günlük eylemlerimiz aslında karanlıklarımızı gösteriyor gayet net! Ama her köşe başında satılan  süslü cümle kılıflarıyla, örtüyoruz üstünü… “Bak yeni aldım bu cümleyi, nasıl?” diyerek, içselleşememiş yığınla cümleyle sarıp sarmalıyoruz kendimizi. Bilgeliğe dönüşemeden güdük kalmış cümlelerle selamlıyoruz birbirimizi… Hiç yoktan iyi ama değil mi? Eskiden bu da yoktu… Ne kadar farkındayız peki kurduğumuz her cümlenin gerçekliğimizi yarattığının? Altını dolduramadığımız cümleler tokat gibi bir deneyim olarak karşımıza çıkarken, ne Bukovski yanımızda, ne Niçe, ne Mevlana, ne de Buda… Ama güzel cümleler vesselam…
Kriz zamanlarında gerçek kimliklerimiz ortaya çıkıyor. O an’a vereceğimiz tepki, vermemiz gerektiğine inandığımız ya da özlü cümlelerle açıkladığımız tepkiyle ne kadar örtüşüyor?
Asalım, keseli, öldürelim, penisini kopartalım, “hapisteki ağabeylerimiz cezalarını verir onların” cümleleri ruhunuzu ne kadar karşılıyor? Hapisteki ağabeyler mi? Ne kafa karıştırıcı, ne korku yaratıcı, ama ne şirinlikle söylenmiş bir cümle… Öfke o kadar kör ediyor ki gözleri…
Karşı olduğunuz şiddetin aslında ta kendisi olduğunuzu görüyor musunuz? Herkes gerekçelere sığınırken, başka bir pencereden bakma ihtiyacı dahi hissetmiyor. Çünkü haklılar! Her kim olursa olsun, hangi düşünce-dil-din-ırk-cinsiyet hiç fark etmiyor. Kendi haklılığının esiri olmak, hepimizi bağlıyor… Günlük hayatlarımıza bakalım… Gerçekten savunduğumuz gibi adaletli miyiz?  Savunduğumuz gibi dürüst müyüz? Eşit miyiz?
Kendi karanlığımızla yüzleşirken ve dönüştürürken fark ediyoruz bu ülkeyi, bu dünyayı bizim bu hale getirdiğimizi… Öldürülen, tecavüze uğrayan insanlara tepki vermeyerek, açlık sınırında yaşamaya susarak, birileri bizimle alenen dalga geçerken tv ekranlarında, boş vererek…
Kendimizi bil’mediğimiz için geliyor tüm bunlar başımıza… Varlığımızı dahi fark etmediğimiz ve onurlandırmadığımız için… Yüzyıllık Yalnızlık’ ta olduğu gibi birden kaybolmayı mı bekliyoruz, hiç olmamışız gibi?
Şimdi zorla da olsa dönüştürülüyoruz. İyice gözümüzü çıkarmaya başlayan adaletsizlik karşısında susmak zor geliyor. Daha her şeyin başındayken, ilk fark ettiğimiz anda yapmadığımız her şey, tepki vermediğimiz her olay çığ olup üzerimize düşmek üzere… Bize dokunmayan yılanlar binlerle yaşıyor ve artık hepimize yetecek kadar çoklar…

Hadi, hareket zamanı!